2002 yılında Cruise Line ile 9 günlük bir gemi yolculuğuna çıkmıştım.Karaköy Limanı'ndan kalkan yolcu gemimizin 9 günlük güzergahı sırası ile Selanik,Pire,Girit,İskenderiye ve Rodos'tu.Selanik'te yolbaşçımız Son Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK'ün evini ve Beyaz Kule gibi tarihi mekanları gezdik.Pire'de araba kiralayarak Atina'ya gittik.Atina'da rehber eşliğinde Akropol'ü gezdik.Atina'da trafik işaret ve işaretçilerinin olmadığı yerlerde karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayalar yola adımlarını atar atmaz istisnasız seyir halindeki tüm motorlu araçlar lastikleri dönmeyecek şekilde durarak yayalara yol veriyorlardı.Girit Adası'nda Knossos Sarayı'nı görme fırsatımız oldu.Knossos Sarayı'yolu üzerinde bahçelerden kaldırımlara sarkan mandalina ağaçları dallarından sarkan mandalinalara kimsenin el sürmediğini,koparmadığını gördük.''Ellahsız,gusulsüz gafirler''e ''eferin len,bizde de harama el atılmaz,bu mandalinalar bizde de koparılmaz,dalında kalır.'' dedik.Memnun oldular ''Biliyoz vre komşi siz Dünya'da en az çelik kapı ve pencere korkuluğu yaptırılan ülkesiniz.'' dediler.Gururlandık tabii.Girit'te dikkatimizi çeken şey her tarafın araba dolu olmasıydı.Elektronik eşyalar çok ucuz fakat temel besin maddeleri pahalı idi.Drahmi'den Euro'ya geçmekten Yunanlar memnun değillerdi.Mısır'da dırga bulamayacağız endişesi ile bol miktarda dırgayı Girit'ten temin ederek kamaramıza istifledik.Girit'te hiç Türk kalmamış.Girit vesilesi ile Yenişehirli Deli Hüseyin Paşa'yı da rahmetle anıyorum.Tanrı onu yarlıgasın.(merhamet etmek)
Oradan İskenderiye'ye geçtik.Limanda nöbet bekleyen Mısır askerinin diz kapağı yırtılmış kamuflajı yaşayacağımız şaşkınlıkların habercisiydi.Şehrin meydanında dev bir kaide üzerinde Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın at üzerinde heykelini gördük.Etrafımızı bir anda ''Efendiiiiiii,fayton'' diye bağıran faytoncular sardı.Yol boyunca kaldırım üzerinde naylon üzerine sıralanmış ve üstleri açık baklavaların,Gitanes sigarası üzerindeki kız misali arabaların egzoslarından çıkan karbonmonoksit gibi zehirli gazlar ve kurşun gibi ağır metallerle estetik dansı görülmeye değerdi.Sıkı bir pazarlık sonucu İskenderiye'den Kahire'ye gitmek için bir araba(!) kiraladık.Ön dişleri tamamen dökülmüş şoförümüz gerek izinleri karakoldan aldıktan sonra yola çıktık.Zira şehirlerarası yolculuklarda taksicilerin karakoldan izin almaları gerekiyormuş.Arabamız,Sovyet Rusya'nın Abdünnasır yönetimindeki Mısır'a hibe ettiği 1969 veya 1970 model Ladalardandı.Bunların dışında başka taksi yok.Ben sağ arka tarafta oturma talihsizliğine eriştim.Çünkü yola çıktıktan sonra farkettim ki kapı tam kapanmıyor ve sağ böbreğim koordinatlarına tekabül eden yerde kocaman bir delik var.İçeri giren rüzgar direk benim böbreğe bodoslama dalarak kortizonlarla bütünleşiyordu.Üzerimden çıkardığım montu deliğe monte ettim.Bu seferde arkadaşın tarafındaki kapıyı arabaya bağlayan inşaat teli gıcırdamaya ve camın kapalı kalmasını sağlayan sıkıştırılmış tahta çubuk yerinden çıkmaya başlamıştı.Bazen cam aniden düşüyor içeri giren serin çöl rüzgarını bir rayiha gibi içimize çekiyorduk.Yol boyunca Hüsnü Mübarek'in dev fotoğraflarını gördük.Sağ salim Kahire'ye vasıl olduk.Keops,Kefren,Mikerinos piramitlerini gördük.Müze gezdik.Nil kıyısında fotoğraf çektik.Kahire'yi gezerken sokak aralarındaki çöp dağlarını,varoşlardaki penceresiz evler ve yolun tam ortasında at,eşek ölülerini hayretle gördük.Anladık ki Kahire Belediyesi şerit çizgilerine yapılacak boya masrafından tasarruf etmek ve ölü hayvanları değerlendirmek,kamuya hizmetlerini ölüyken dahi yerine getirtmek için böyle bir uygulamayı gerek görmüş.Takdir ettik.Biz oradayken bir Türk turist kafilesini taşıyan otobüsün nehre uçması neticesinde bazı vatandaşlarımızın vefat ettiğini öğrenince moralimiz bozuldu,üzüldük.İskenderiye'ye dönüşümüz akşama kalmıştı.Yola çıktık.O da ne?Zifiri karanlık olmasına rağmen yolda seyir halindeki arabaların çoğunun farlarını açmadığını dehşetle gördük.İşin hazin tarafı bizim bindiğimiz taksinin de far açmadığını fark edince parmak uçlarıma kadar tazyikle giden adrenalin hormonu bedenimde bir ürpertiye tarifi tanımsız bir coşkuya(!) neden oldu.En son bu duyguyu lunaparkta takla atan gondol'a(adı her nane ise) binme talihsizliğinde yaşamıştım.Ortaokulda ezberlediğim fakat zaman içinde unuttuğum duaları ve sureleri hatırlamaya çalıştım.Fatiha'yı okurken korkudan ''Elhamdülillah'' demeye çalışırken bir türlü söyleyemem ve her seferinde ''Elhamdurillah'' olarak telaffuz etmem traji komikti.Muvaffak olamayınca ben de ''Acaba Mısırlı şoförler seyir halindeki otomobilin farları yakılırsa akünün boşalacağına mı inanıyorlar.'' diye kendi kendime mırıldandığımı hatırlıyorum.Şoförü her uyardığımızda arkaya dönüp pazara çıkmış fakat satılamamış yaşlı sütçü beygirleri gibi dökülmüş dişleri ile bize melul melul bakıp tebessüm etmesi ve sanki bu durumdan çok hoşlanıyor olduğumuzu zannetmesi sinirlerimizi iyice gerdi.Şükür sağ salim İskenderiye'ye vardık.
Ertesi gün yolumuz Rodos'a doğruydu.Rodos hakkında anlatılacak çok şey var.Mükemmel bir yer.Burada noktalayayım.Yoruldum.